DEĞERLİ EDEBİYAT GERİYE İTİLDİ
REKLAM EDEBİYATI ÖNE GEÇTİ
Çukurova Sanat Girişimi (ÇSG) tarafından her yıl bir kişi ya da kuruma verilen Çukurova Ödülü 2024 bu yıl 50. kuruluş yılını kutlayan TYS’ye verildi. ÇSG Kurucusu Çetin Yiğenoğlu, ödül töreninden önce TYS Genel Başkanı Adnan Özyalçıner’le “Yazın Dünyamız Nereye?” başlıklı bir söyleşi yaptı. Söyleşi ÇSG YouTube kanalından canlı yayımlandı. Ne ki, “Söz uçar, yazı kalır” özdeyişi gereğince söyleşinin yazın emekçilerine, okurlara, sanat severlere yazı biçiminde de sunulmasının doğru olacağı düşünüldü.
Özyalçıner, söyleşide yazınımızla ilgili çok önemli konulara dikkat çekti. Bugün yazarların bir araya gelmediğini belirterek “Değerli edebiyat geriye itildi. Karşı koyma edebiyatı geride kaldı. Reklam edebiyatı öne geçti. Böylece yüzeysel bir edebiyat ortaya çıkarıldı. Siyasal iktidar da baskıcı politikalarıyla yazarlarda otosansür yapılanmasına neden oldu,” dedi.
Çetin Yiğenoğlu (ÇY) ile katılımcıların sorularına Adnan Özyalçıner’in (AÖ) yanıtları şöyle:
ÇY- Değerli dostlar, merhaba, hoş geldiniz. Bugün bizim için, biz Çukurovalı yazın erleri için çok önemli bir gün. Çünkü aramızda Türk öykücülüğünün 50 kuşağı yazarlarından, birçok değerimizin arkadaşı, mücadele yoldaşı, geçtiğimiz 60 yılda, 70 yıldaki birçok toplumsal olayda her zaman mevzinin ön saflarında yer almış, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın (TYS) 70 yiğit kurucu yazarından Adnan Özyalçıner var. Bu yıl 50. yaşını kutladığımız TYS’nin bir numaralı üyesi, şu andaki Genel Başkanı Adnan Özyalçıner. Biz, görece bir sonraki kuşak yazarların, şairlerin ağabeyi, Adnan ağabey hoşgeldiniz.
Adnan Özyalçıner (AÖ) Hoş bulduk, teşekkür ediyorum.
ÇY- Adnan Özyalçıner bir dönem ağır baskı altında yazılar, şiirler yazan ama kovuşturmalardan, zindanlardan kendini korumak için zorunlu olarak mahlas kullanan ender yazarlarımızdan biri. Ona tabii ki sağlıklı bugünkü gibi pırıl pırıl bir belleğin kendisinin dilediği yere kadar kendisiyle birlikte gitmesini diliyoruz yürekten. Adnan ağabeyin soyadı Özyalçıner ama nüfus kütüğünde Çelik yazar. Hani Yaşar Kemal’in de bir mahlası var “Göğceli” diye. Herkes onu Yaşar Kemal diye tanır. Sanırım Adnan ağabey de polis kovuşturmasından falan kurtulabilmek için zorunlu olarak Özyalçıner mahlasını almış.
AÖ-Tam mahlas değil Özyalçıner. Benim babamın soyadı, gerçek soyadım Özyalçıner ama ben 18 yaşlarındayken halamın nüfusuna evlatlık olarak geçtiğim için soyadım değişti. Çelik olarak belirlendi. Halamın eşinin soyadı Çelik olduğu için benim de soyadım Çelik oldu, yoksa benim gerçek soyadım Özyalçıner
ÇY-Mahlas izlenimi uyandırıyor. Siz yine de Özyalçıner’i mahlas gibi kullandınız herhalde?
AÖ- Bu Çelik dolayısıyla birçok badireyi atlattık. Mesela, 1982’de Sennur Sezer’le İtalya’ya Sicilya’da yapılan “Akdenizliler” toplantısına çağrılıydık. Oraya gittik. Trenle gittik. O zamanlar böyle bilgisayar falan yoktu. Sınıra geldiğimizde polis pasaportları topladı.Gitti, kartoteksi karıştırıp bizim pasaportları inceledi. Sennur’un pasaportunda ismi Sennur Fatma Çelik, benim pasaportta ise Adnan Çelik yazıyor. Geldi, “Hadi geçin!”dedi.
ÇY-Yani şimdi GBT denilen şey…
AÖ- Yok, o zaman GBT, kartoteks. Biz öylece gayet rahat çıktık yurtdışına. Evet, yoksa bilseler…
ÇY- Burnunuzdan getirirlerdi…
AÖ- Bizi çıkarmazlar, gittiğimiz toplantı da, Akdenizlilerin, “Akdeniz’i özgür deniz haline getirme” toplantısı. Hem edebi hem siyasi bir toplantıydı aslında.
ÇY- Evet, çok güzel.
Bildiğiniz gibi Adnan ağabey öykücü kimliğiyle öne çıkar ama çok yönlü bir büyüğümüz. Türkiye’de, özellikle edebiyatımızın belleğidir desek, basın yayın dünyasını da yakından takip eden, bir yanıyla gazeteci deyip, -ben gazeteciyim, gazeteciliği küçümsemem ama-gazeteciliği aşan bir yazar kimliğiyle Türk basın dünyasının son 80 yılını yakından takip etmiştir.
Bugün, 50. yılı olduğu için Türkiye Yazarlar Sendikası’nın serüvenini konuşma düşüncesindeyiz kendisiyle.
Biraz geldiğimiz noktayı konuşmak istiyoruz. Sonra. ben çok söze girmeden, sizin sorularınız olursa, -şimdiki kuşak “interaktif” falan gibi İngilizce kavramları çok seviyor- etkileşimli bir söyleşi yapmak istiyoruz.
Adnan Ağabeyi TYS’nin bir numaralı üyesi olarak biliyoruz. 12 Mart sürecindeki baskı döneminde üzerine her geçen gün artan ivmeyle bir şiddet ortamı yaratılmıştı.
1974 Martı, TYS’nin kuruluşu olduğuna göre ondan sonraki 6 yıl, Türkiye’nin bel kemiğini kıracak 12 Eylül faşist darbesinin gelişini hazırlayan provokasyon senaryolarının sahnelenmesiyle geçti. Sokaklardan cesetlerin toplandığı bir dönemdi. Ben ki, çocukluğumla gençlik dönemimi görece bir özgürlük ortamında geçirmiştim. 1960’ların çok demokrasi soluduğunuz ortamının ardından Türkiye’de kan gövdeyi götürüyordu.
AÖ- Ben onu hep şey olarak görüyorum; 1960’a kadar hem Demokrat Parti iktidarına karşı durarak, hem de bir özgürlük alanı olarak yaşadık. Şöyle yaptık biz o sıralarda: A dergisi diye bir dergi çıkarıyorduk. Şey boyunca, 1956’dan 1960’a kadar A dergisini yayınladık. A Dergisi, hem edebiyatın tek düzeyli olmasına, yüzeyselliğine, hem de iktidarın baskılarına başkaldırı bir direniş denilebilecek bir yayın politikası izliyordu.
ÇY- Şöyle, ben konuyu saptırmak istemiyorum ama A dergisinin A’sı, Adnan’ın A’sı mıydı?
AÖ- Evet, evet, evet! Onu ayrıca anlatacağım! Şuraya gelmek istiyorum bu şeyle biz dergiyi 1960’a kadar getirdik 1960 dönüşümü olunca dergiyi biz 10 bin bastık ve özgürlük özel sayısı olarak çıktı dergi. Biz o dergiyi, A Dergisini bütün üniversitelere bedava dağıttık. Hiç unutmuyorum; içinde, derginin baş sayfalarına Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın bir şiirini koymuştuk.
ÇY- Hemşerimiz.
AÖ- Evet öyle bir şey yaptık. Bence 1960 hem siyasal hem kültürel bir patlamadır.
ÇY- “Toplumsal uyanışın, ekonomik gelişmenin önüne geçmesi” gerekçesiyle 12 Mart’ı yaptılar. Sonraki yıllarda, yani sendikanın kurulduğu dönemde cehennemin ayak sesleri duyuluyordu; 12 Eylül.
AÖ- Gayet tabii duyuluyordu. Çünkü biz o sıralarda Aziz Nesin’in ve Yaşar Kemal’in girişimiyle 70 kişi, bir araya geldik ve şunu dedik; “Biz tek tek hepimiz yazılar yazıyoruz, karşı çıkıyoruz ama tek tek karşı çıkmanın, yazılar yazmanın, büyük etkisi olmaz. Biz hep birlikte olursak, bir örgüt olarak karşı çıkarsak baskılara, o zaman bir şeyleri değiştirebiliriz”.
Böyle düşünerek sendikayı kurmaya karar verdik. Kimisi dedi ki dernek kuralım. Biz dernek olmaması için uğraştık Aziz Ağabey de Yaşar Ağabey de, birlikte dedik ki “sendika olmalı!”Neden? Çünkü dernek olursa, Dernekler Yasasına göre siyasal birtakım şeyler yapamazsınız. Bildiriler yazamazsınız, siyasete karışamazsınız. Ama sendika olduğunuz zaman siyasi bir görüşünüz olabilir siyasi görüşlere karşı görüş bildirebilirsiniz. Onun için sendika oldu. Ve sendika olması için ne yapacağız? Sendikanın bir şeyi var, sendikalar kitabı var, iş kolları var. O sıra Necati Cumalı aramızda, avukat.
Dedi ki “Ben bir iş kolu bulurum.”
Gitti, araştırdı, “eğlence iş kolu” diye bir şey buldu. Hiç unutmuyorum.
Madem öyle, biz de böylece müzik, resim, edebiyat ve eğlence kesimi sendika iş kolu olarak sendikayı kurabilir diyerek TYS’yi kurduk. Tabii bu iş kolu içinde konsomatrisler de bu iş kolunda. Aziz Abi bunu her zaman espri yaparak anlatırdı. Yani bu bu iş kolunu bulduk ve bizim tüzüğümüzü Yazar Necati Cumalı, Avukat kimliğiyle hazırladı.
ÇY- Evet şimdi şöyle o günlere bakıyoruz tüzüğümüz de şimdiki amaç maddesine baktığımız zaman...
AÖ- Evet o çok önemli bence.
ÇY- Evet, onu arz edeceğim şimdi. Yazarların, haklı ama mağdur olmuş sanatçıların, yazın erlerinin haklarını, özlük haklarını korumak tabii en başta geliyor ama Türkiye Yazarlar Sendikası ta o kurulduğu günden beri, ben de anımsıyorum hayata atılmıştım o zamanlar, bunu aşan bir siyasal kimlik olarak da kendini göstermiştir. Sadece yazarın, çizerin, sanatçının özlük haklarını değil, şimdi unutturulan demokratik kitle örgütü tanımında parantezin içini tam dolduran kimliğiyle günümüzde bile işlevini yerine getirmektedir. Yani benim sorum şöyle olacak size:
O günlerin havasında, burada aynı kuşağın insanlarıyız, izleyici dostlarımız arasında Adanamızın çok değerli insanları var, Adana’nın sahibi diyebileceğimiz insanlar bu akşam aramızdalar.
Biz o yıllarda 68 kuşağı olarak ülkede devrim yapacağımıza inanıyorduk. Bırakın ülkeyi, dünyayı değiştireceğimizi düşünüyorduk. Sanıyorum gençliğin verdiği o coşkunun kanımızdaki etkisiyle düşünüyorduk ama böyle bir şeyin üzerinden darbenin engelini gördükten sonra siz adeta gazdan çok ayağınızı çekseniz de vitesi pek değiştirmeden aynı bakış olarak TYS’yi gelecek toplumsal mücadelelere, güzel, güneşli günler için mücadelelere hazırlamak gibi bir amaçla kurdunuz. Zaten tüzükte de anlatılıyor bu. Aradan tam 50 yıl geçti. Genel hatlarıyla herkes biliyor ama az önce değinseniz de TYS’yi kurarken daha çok neleri umuyordunuz, neler oldu, neler olmadı, yapıldı, yapılamadı?
AÖ- Bu konuda ben kısaca şunu söyleyeyim; bir defa tüzüğümüz özetle diyor ki, emek sermaye çelişkisinin olduğu bir düzende sermayeye karşı disiplinli bir güç olarak emeğin örgütlenmesi gereğinden doğan bir biçimde tam bir söz ve yazı özgürlüğünün gerçekleşmesi ve korunması için her türlü yasal mücadeleyi yürütmektir.
Buna bağlı olarak hukuki sosyal kültürel ekonomik temel hak ve özgürlükleri korumak, saptamak ve geliştirmek de tüzüğün amaçlarındandır.
Yani, sendika hem edebiyatın hem edebiyatçının haklarını koruyacak, hem fikir özgürlüğünü koruyacak hem de insan hak ve özgürlüklerini koruyup saptayacak…
Zaten, şunu belirtmekte yarar var; bir ülkede düşünce ve ifade özgürlüğü yoksa o ülkede insan hak ve özgürlüklerinden de söz etmek mümkün değil. Çünkü bu, buna bağlı. Siz eğer, düşüncenizi açıkça söyleyemiyorsanız insan hakları da güme gitti demektir….
Yani, böyle bir şeyle biz sendika olarak, ne yapalım diye düşündük. Arkasından, tabii 71 gibi şey gelince, terör ve darbe gelince, 80 darbesi gelince her şey, kitap hatta silah gibi televizyonlarda gösterilmeye başlandı. Ama biz karşı koymayı hep edebiyat yoluyla kültürel bir karşı koyma diye düşünüyorduk. Bu amaçla ilk imza günlerini İstanbul’da yaptık; Taksim’de, şeyde, Harbiye’de, spor sergi sarayının olduğu yerde biz imza günü yaptık. Çetin Altan, Yaşar Kemal, Haldun Taner falan böyle yazarların geldiği ve geniş imza günlerinin olduğu etkinlikler yaptık.
İlk kitap fuarını Türkiye Yazarlar Sendikası düzenledi. Hiç kimse bilmez bunu. Nerede yaptı? İzmir’de Kültür Park’ta TÜYAP falan ortada yokken çeşitli yayınevlerinin katıldığı İzmir’de büyük bir fuar yapıldı, kitap fuarı. Yani hep kültürle baskılara kültürle karşı koymaktı amaç. Kalem tabii, sadece kalemle ama örgütlü bir biçimde.
O günlerden bugünlere geldik. Bugün de aynı şeyleri yapmak amacıyla bu 50. yılda benzer işler yapmaya çalışıyoruz. Mesela, unutulan bir şey var; bizim öğrenciliğimiz yıllarında liseler arasında bile edebiyat matineleri yapılırdı. İstanbul Erkek Lisesi Kabataş Lisesi Galatasaray Lisesi, birbirlerinin salonlarında münazaralar yapardı. Birçok ilginç anım var bu konuda. Biz o sıra Şair Kemal Özer’le beraber İstanbul Erkek Lisesinde okuyoruz, Galatasaray Lisesinde yapılan bir öğrenci matinesine gittik.
Matineye Demir Özlü Kabataş lisesinden gelmişti. Ferit Edgü de Beyoğlu Atatürk Lisesi’nden gelmişti. Biz de ilk defa Ferit Edgü ve Demir Özlü’yü o matineler dolayısıyla tanıdık.
Onların dışında Haldun Taner’in, Atilla İlhan’ın, Özdemir Asaf’ın katıldığı büyük matineler yapılıyordu. O matinelerde halk, yani TÜYAP’tan önce yazarlarla bir araya gelebiliyordu.
İşte bu örneklerden esinlenerek TYS’nin 50. yılında bu matineleri canlandırmak istedik. İlk önce 14 Şubat Öykü gününde büyük bir öykü matinesi düzenledik. Aziz Nesin’in bilgisayar aracılığıyla bir öyküsünü kendi sesinden yayınlattık. Yaşar Kemal’in bir öyküsünü bir aktör arkadaşımız okudu. Benim bir öyküm okundu. İki de genç yazarın öykülerini okuttuk.
Böylece geniş bir matine yaptık. 21 Mart Dünya şiir gününde de şiir matinesi düzenledik.
Bu matineler devam edecek. Nisan, Mayıs, her ay böyle bir matine yapacağız. İstanbul’da, Kadıköy’de Barış Manço Kültür Merkezinin salonunda bu matineleri gerçekleştireceğiz.
Böylece halka daha çok şiiri, öyküyü tanıtacağız. Hatta eskiden olduğu gibi öyküyü bir aktörün okumasını sağlayacağız…
Mesela ben İstanbul Erkek Lisesi’de bir matine yapmıştık. O matineye Sait Faik de geldi; ilk defa. Sait Faik matinelere gitmez, hikaye okumazdı. Ama onun arkadaşı, Aktör Salih Tozan sahneye çıkar, kahve tepsisini sallayarak, Sait Faik’in hikayesini temsil ederdi/ orada oynardı. Sait Faik’in hikayesini oyunla canlandırırdı.
Halka da ilginç gelirdi böyle bir şey. Şey, Özdemir Asaf’ın büyük bir performansı vardı. Behçet Necatigil çok güzel şiirler okurdu sahnede. Bütün bunlar öğrencileri çok ilgilendirir edebiyata ısındırır; edeniyata yaklaşmalarını sağlardı Bugün de böyle işlerin yapılmasının yararlı olacağını düşünüyorum.
ÇY- Daha fazlasını yapıyorsunuz.
Türkiye Yazarlar Sendikası 50. yaşına geldiğinde sizin de ikinci dönem başkanlığınız oluyor, değil mi?
AÖ- Evet.
ÇY- TYS hazirunu, 45-46 yıl sonra Adnan Özyalçıner Ağabeyimize, “Siz öyle köşenizde oturamazsınız, lütfen göreve geliniz!” dedi.
AÖ- Evet evet evet.
ÇY- Geldiniz, tekrar cenk elbiselerini giydiniz ve çok hızlı biçimde yeni örgütlenme çalışmalarına başladınız.
AÖ- Tabii tabii.
ÇY- TYS, bu dönemdeki çalışmayla yatay diyebileceğimiz görüntü verirken dikey örgütlenmesiyle yürüttüğü nitelik arayışıyla dikkati çekiyor. Şu anda Anadolu’nun birçok yerinde yeni üyeler yaptınız, yeni temsilcilikler açtınız. Şimdi bir de gönüllüler yapılanması oluşturuyorsunuz. Böylece, özellikle gençlerin yazın dünyasına kazandırılması amaçlanıyor. Bu konularda neler söyleyeceksiniz?
AÖ- Bu konularda temsilciliklerimiz çok güzel çalışmalara başladılar. Ankara temsilciliğimiz, Cumhuriyet Gazetesi ile ilişki kurarak orada aylık halka açık toplantılar yapıyor. İzmir’de mesela, bu şiir bayramında, 21 Mart Dünya Şiir Günü’nde İzmir temsilciliğimiz kapsamlı bir program yaptı. Çanakkale temsilciliğimiz de benzer biçimde bir program yaptı. Biz, yalnız merkezde değil, yaygın olarak temsilciliklerimizde de programlar yapmaya çalışıyoruz.
Arkadaşlar, illaki Başkan ol dedikleri zaman 15 yıl genel sekreterlik tecrübemi dikkate alıyorlardı. Doğru, TYS’’nin kuruluşunda önce Yaşar Kemal, sonra Aziz Nesin döneminde genel sekreterlik yaptım.
ÇY- Bu durumda sizin için TYS’nin belleği desek yanlış olmaz sanırız.
AÖ- Evet tabii.
İlk kurulduğumuzda bizim hiçbir yerimiz yoktu. Dostların salonlarında falan toplantı yapıyorduk. Benim fermuarlı bir çantam vardı, sendika o çantanın içindeydi; karar defteri falan her şey o çantanın içinde dolaşıyordu. Bir yıl böyle çalıştık. Sonradan yerler bularak kendi yerlerimizde çalışarak bugünlere geldik.
ÇY- Bu ara, bizim de Çukurova Sanat Girişimi olarak 25 yıldır Türkiye Yazarlar Sendikası bayrağını taşıdığımızı belirtelim.
AÖ- Tabii temsilcisiniz.
ÇY- Bu ara onu da vurgulayalım.
AÖ- Evet evet, vurgulayalım. Çünkü, burası Türkiye Yazarlar Sendikası temsilciliği.
ÇY- Tabii onu temsil ediyoruz.
AÖ- Evet!
ÇY- Sevgili Başkan, Türkiye hepimizin bildiği gibi İkinci Dünya Savaşı, ya da İkinci Paylaşım Savaşı’nın ardından bir sağ siyasi yapılanmaya pencere açtı. Adına çok partili düzen diyelim. O günden bugüne sol çok az süre iktidar oldu ya da yerelde iktidara geldi. Türkiye, 1946’dan sonra ya merkez sağ ya da milliyetçi muhafazakar sağ politikalarla yönetilegeldi. Bugün de, gözlemlerimize göre birçok yurttaşın hoşnut olmadığı sağcı bir siyasal iktidar tarafından yönetiliyor.
Acaba bugünlerin taşlarının ta 75 yıl öncesinden itibaren döşendiğini ve geldiğimiz noktada, yani okuyan, yazan, düşünen, düşünmeyi düşünen insan sayısının son derece az olduğunu iki hamleden ötesini düşünemeyen, sunulu verileri kabullenen, bir yanıyla son derece yetersiz, çağın ötesinde kendi distopyasını yaşayan bir kitle oldu toplum. Gazete, kitap tirajlarının artmadığı, edebiyatta tam bir kanon oluşturulamadığı, daha çok, roman bile denilemeyecek metinlerin roman diye basıldığı, şiir denilemeyecek dizelerin, şeklen alt alta yazılmış şeylerin, şiir diye sunulduğu piyasada çok yozlaşmış, çölleşmiş dünyamız sözkonusu. Ondan sonra biz yazınerleri, korteksi taşlaşmış, beyni nasırlaşmış bir kitlenin dünyasında edebiyat yapmaya çalışıyoruz. Nereye gidiyor edebiyatımız?
AÖ- Ben şimdi şöyle bir şey söyleyeyim; 1980 darbesiyle ki biliyorsunuz, çok derin, çok baskıcı, çok alçakça bir darbeydi. Bu darbeyle benim hep söylediğim o kültürel karşı koyma ortadan kaldırıldı. Yazarların birçoğu kendi içine dönük bir edebiyat yapmaya başladı. Topluma, insana, doğaya seslenen edebiyatın yerini içe dönük edebiyat aldı. İç sayıklamaların getirdiği bir edebiyat ortaya çıktı. Bu, 1990’lara kadar sürdü. 1990’larda kısmen insana dönük, doğaya dönük topluma dönük bir şeyler çıkmaya başladı. Ardından AKP iktidarıyla birlikte tekrar düşünce ve ifade özgürlüğüne gelen baskılarla bu sefer otosansür diye bir şey başladı. Yazarlar eserlerine kendileri sansür uygulamaya başladılar. Çünkü verilen cezalar, verilecek cezalar da korkunç düzeydeydi. En küçük söyleminizde teröre bağlılık, yardım yataklık diye içeri alınıyorsunuz. Yani herhangi bir karşı fikir söyleyemiyorsunuz. Karşı fikir ortadan kaldırıldı. O yüzden edebiyatta böyle bir şey oldu ama bunun dışında bir de sermaye grubu ayrı bir edebiyat ortaya koydu. Bu edebiyat, edebiyat değeri yerine reklam değerini geçirdi ve yüzeysel bir edebiyat ortaya çıktı. Değerli edebiyat, yani bizim yıllara baskılara karşı uyguladığımız kültürel karşı koyma edebiyatı neredeyse geriye itildi. Ötekiler çok sattığı için karşı koyma edebiyatı geride kaldı. Reklam edebiyatı öne geçti. Böylece yüzeysel bir edebiyat ortaya çıkarıldı.
Genç edebiyatçılar da, -en kötüsü o zaten- baktılar ki böyle çok satanlar diye o tür yazmaya başladılar. Yani, edebiyatta yeni bir atılımı, edebiyata yeni bir şey getirmeyi artık düşünmek istememeye başladı gençler. Çünkü, emek ister bu konu.
ÇY- Evet, o ayrı birşey, yeni bir şey yaratmak emek ister.
AÖ- Yalnız bu ara şunu da belirtmek isterim; 1980 darbesinden sonra bu kültürel karşı koymanın yeni bir şey, bir girişim oldu, YAZKO kuruldu. 1980 Eylülünde darbe olunca 1980 kasımında 40 yazar bir araya gelerek YAZKO kurduk. Çok önemliydi bu. YAZKO edebiyat ve çeviri dergileri ilk çıkan dergiler oldu. Ben ikisinin de yazı işleri müdürüydüm. Mehmet Fuat da Genel Yayın müdürüydü. Biz orada da bu baskılara karşı koyma edebiyatı düşüncesini öne çektik. YAZKO edebiyatın birinci sayısında mahkemeye gittik. Bir buçuk yıl yargılandık. Bir de şunu söylemek istiyorum; bir buçuk yıl yargılandığımız şey bugün olsaydı hemen içeriye alırlardı. Günümüzle sıkıyönetim uygulaması arasında böyle bir fark olduğunu da söylemek isterim.
Sıkıyönetimde yargıladıkları şey dedik… YAZKO edebiyatın ilk sayısını 12 bin basmıştık. Düşünün bir… şu anda 12 bin basan dergi yoktur. Biz, TYS’nin kuruluş döneminde, 12 Mart’tan, 971’den sonra 972’de Yeni A dergisini çıkardık. Tam 5 bin basıyorduk. Bir kültür-sanat dergisi düşünün, 5 bin basılıyor ve 5 bin satılıyordu. Evet 5 bin satıyorduk, neden? Çünkü insanlar o zaman satır arası okumak istiyorlardı. Siz açık açık yazmasanız bile o okurlar satır arası okuyordu.
ÇY- Ben araya gireyim, o sıra, 12 Eylül sonrasında kitapla silah bir masanın üzerinde birlikte fotoğrafları yayımlanmaya başlamamıştı herhalde.
AÖ- Daha yayınlanmamıştı. İnsanlar okuyordu. Tabii tabii, yani onun için. Böyle bir şey de var ama bunların hepsi bu sermaye grupları tarafından dediğim gibi yüzeyselleştirilmemişti de.
ÇY- Evet.
AÖ- Starlar yaratıldı. Star yaratıldı piyasa için ne gerekiyorsa o yapıldı. Piyasa, starların piyasası oluşturuldu. Edebiyatdünyamızda çırpınan edebiyatçılarımız, yani edebiyatı kendine iş edinmiş edebiyatın insanı özgürleştireceğini düşünen edebiyatçılarımız her şeye karşın, kendi içinde edebiyatlarını sürdürüyorlar, sürdürmek zorundalar.
ÇY- Arkadaşlar birçok özelliği olan Ağabeyimiz, büyüğümüz -söylemeden edemeyeceğim- yayıncı olarak, öykücü olarak, aydın olarak örnek aldığımız bir Aydın Ağabeyimiz her zaman bizim önümüze ışık tutmuştur. Ama kendinin Türkiye’deki bütün öykü ödüllerini aldığını da söyleyeyim bu ara. TRT’den sonra Sait Faik, Haldun Taner, Türk Dil Kurumu’ndan Pen Yazarlar Derneği özel ödülünü de aldı. Bu yanıyla da biz gıpta ile bakıyoruz kendisine. Efendim, epey konuştuk Türkiye’deki bu ödüller konusunda ne dersiniz?
AÖ- Yani valla ödüller kamçılayıcı bir defa. Benim için ödüller daha bir sorumluluk duygusu yaratır. Bu beğenildiğine göre ben bunun daha iyisini yazmak zorundayım ki işe yarasın, diye düşünürüm. Yani bir şey söylüyorsa o söylediklerim daha yaygınlaşır diye ödüllerin bu şeyi var amaödüller o kadar çoğaldı ve o kadar yozlaştı ki değere değil burada da reklama ödül veriliyor. Yani reklama ödüller veriliyor artık reklamı çok yapılarak basılmış bir kitap ödül alabiliyor.Ödül, popüler olan bir kitaba ödül veriliyor. Popüler olmayan kitaba ödül verilmiyor. Aslında popüler olmayan, yani gölgede kalmış bir kitabı alıp ödül vermelisiniz. yoksa zaten kendini kanıtlamış, kendini tanıtmış, kendini var etmiş bir kitaba niye ödül veriyorsunuz? Asıl o gölgede kalmış kitaba ilgi gösterin, yol gösterici olduğunu bildirin ki millet oradan bir fikir edinsin.
ÇY- Son 20 dakikayı katılımcı dostlara bırakacağım. Buna göre şöyle devam edelim: Teknolojide inanılmaz bir gelişim söz konusu. Bilişim devrimi diye de anılıyor Günümüzdeki iletişim olanaklarını ben 25 yıl önce, aktif gazetecilik yaptığım zaman, hayal bile edemezdim. Biz bir tek siyah beyaz fotoğraf karesi için bir otomobilin bagajını dolduracak araç gereçle iş gezisine giderdik.
Şimdi bu edebiyatın ucuzlaştırıldığı süreçte bir de yapay zeka çıktı ortaya. Deniliyor ki, “Yapay zeka da yazıyor canım. Yani roman, yani ne düşünüyorsun, nasıl roman istiyorsun ver GPT’ye o sana yazıp versin. Öykü yazmaya ne gerek var?”
Bazı sevgili dostlarımız bile zaman zaman “Bak işte yapay zekanın yazdığı öykü bu, nasıl buldun?” diye fikrimi soruyorlar. Benim gerçekten bildiğim yapay zeka şimdiki gençlerin çok sevdiği sözcükle söylersek “data”larla çalışır. Bilmediği data üzerine akıl yürütemez. Verilerle ne vermişseniz onu alırsınız ama insanoğlunun beyni başka bir şey. Sanat da bu beynin el kol diyalektiğiyle çalışan bir yanı var. Ne diyorsunuz?
AÖ- Vallahi ben şeye, bu teknolojik şeye inanmıyorum. Benim inancım yazılı edebiyata, kalem edebiyatına. Neden kalem edebiyatı? Çünkü bir sözcüğü öteki sözcükle yan yana getirdiğinizde ne söyleyeceğini görmeniz lazım. Bilgisayarda yazı yazarsanız bir sözcüğün öteki sözcükle birleştiği zaman neyi getirdiğini göremezsiniz ve anlayamazsınız. Onu ancak yazılı olduğu zaman iki sözcüğün bir araya getirdiği anlamı kavrayabilirsiniz. Bilgisayarda onu kavramanın imkanı yok. Yine el-beyin diyalektiği falan… Onun için bazı arkadaşlar, genç yazarlar diyorlar ki, Adnan Ağabey bir hikayem var sana göndereyim mi? Nereye göndereceksin? Bilgisayara, oradan okur musun? Hayır okumam niye okumam? Sen bana onu çıktısını al da gönder okuyayım, ben sana ona göre cevap vereyim diyorum. Evet yani halen öyle söylüyorum. Bu yaptığıma da inanmıyorum. İleride, teknoloji, bilgisayar öne geçer kitap ortadan kalkar diyorlar; ona da inanmıyorum. Kitap her zaman var olacaktır! Neden var olacaktır? Kitabın kendine göre bir şeyi var. Kitaptan okuduğunuz zaman, bir defa kendinizi onunla, kendi hayallerinizi o kitapta okuduğunuz kahramanla birleştirebilirsiniz.
Bir de ele aldığınız zaman kitabın elinize gelen bir ağırlığı, bir kokusu, bir kendine mahsus bir şeyi, var. İşte orada hiçbir ağırlık duymuyorsunuz. Bilgisayarda bir ağırlık, tablet dedikleri bir aygıt var, kitap formatında buradan böyle sayfa sayfa çevrilebiliyor ama olmuyor, hayır. Kitapta kendin sayfayı çeviriyorsun ve o ağırlığı duyuyorsun. Belki o hışırtıyı duyuyorsun. O sayfa çevirme hışırtısı sana ayrı bir şey veriyor. Ayrı, evet ayrı bir görüş, ayrı bir hayal kurduruyor sana o sayfayı çevirmek. Onun için bence kitap devam edecek.
ÇY- Etsin zaten. Değerli dostlar, Adnan Ağabey, yüzüne karşı söyleyince biraz tuhaf olmasın, derya denizdir. Dolu dolu bir hayat sürmektedir. Dolayısıyla benim söyleşi notlarımda çok soru var ama süremiz kısıtlı.
Siz değerli dostların çok merak ettiğiniz konularda sorunuz varsa ya da katkı sunmak istiyorsanız bekliyorum.
Halit Gökmen (HG)- Ben kuruluşundan beri içinde olduğunuz, bütün süreçlere tanıklık ettiğiniz için bir şey sormak istiyorum, Kurulduğu günden bu yana bu 50 yıllık süre içerisinde, böyle zaman dilimlerine ayıracak olsanız en etkin olduğu süreç ne zaman? En geride kaldığı süreç ne zaman?
AÖ- Vallahi, en etkin olduğu süre 80 darbesine kadar tam etkin bir süreç yaşadı sendika. Aşağı yukarı kaç yıl ediyor. 6-7 yıl çok etkin bir süre yaşadı. Onun dışında darbeden sonra, biz darbenin 2. yılında, 1982 yılında sendikayı illegale sürüklemekten 18 yazar yargılandık. Yargılananlar arasında Aziz Nesin, Demirtaş Ceyhun, Şükran Yurdakul, Alpay Kabacalı, Orhan Apaydın vardı. Bir de yargılananlarar arasında hiç düşünmeyeceğim bir adam vardı, bir avukat, Nazım Hikmet’in avukatı Mehmet. Aynı sebepten onu da yargıladılar bizimle beraber. Neden onu yargıladılar hiç bilmiyorum. Bir de, DİSK’le ilişki kurduğumuz için suçlu bulunduk. Bu yüzden de yargılandık.
HG-Yani en verimsiz dönem de o dönem.
AÖ- Evet, o, verim, o zaman zaten sendika çalışmadı. Çalışacak bir şey yoktu o dönemde. Yalnız bir şey oldu. Sıkıyönetim bizim sendikayı kapatmadı. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı bizim Sendikayı faaliyetten men etti sadece. Faaliyetimizi men ettiler ama sendikamızı kapatmadılar. Başka sendikaları kapattılar da bizi niye kapatmadılar bilmiyorum.
Böyle bir şey oldu. Ondan sonra, darbe sonrası da birtakım iyi etkinlikler yaptı sendika. Mesela Oktay Akbal’ın, Cengiz Bektaş’ın, Enver Ercan’ın başkanlığında yeni yeni etkinlikler yaptı. Hatta Enver Ercan’ın başkanlığında Suriye, Irak gibi ülkelerle ilişkiler kuruldu.
Şimdi, bu dönemde de biz dış ilişkileri kurmayı istiyoruz. İlk ilişkimiz de Danimarka’yla olacak.21 Mart Dünya Şiir Gününde Danimarkalı Yazarlar Birliği başkanının Bildirisi geldi bize. Onu okuduk ve böylece Danimarka’yla ilk ilişkilerimiz başladı.
Böyle bir şey yapacağız. Sendika daha önce zaten Türkiye Yazarlar Sendikası olarak Türkiye’de Balkan ülkeleri edebiyat etkinlikleri yaptık.
Önümüzdeki dönemde İstanbul’da bir Yazarlarevi kurmayı düşünüyoruz.
ÇY-Evet, bizim Adana’da Çukurova’da iki ülkede eş zamanda düzenlediğimiz Uluslararası Çukurova Sanat Günleri’nin bir benzerinin tohumu İstanbul’da atılmış oluyor.
1 Nisan’da (2024) aydınlık kafalı insanların yönetmesini dilediğimiz İstanbul Anakent Belediyesiyle Yazarlarevi gibi bir yapılanma konusunda da çalışmalarınız var. Herhalde Çukurova Sanat Girişimi’nin kullandığı gibi mütevazı bir bina olmayacak İstanbul’da yapılması beklenen?
AÖ- Evet, TYS öyle bir yapılanmayı istiyor. Daha doğrusu ben bu yapılanmanın olması için daha Ekrem Başkan seçilmeden, adayken ilk döneminde yazarlarla bir toplantı yaptık.
O toplantıda ben bu teklifi yapmıştım. Evet, Yazarlarevi ama Yazarlarevi nasıl olacak? Yani, sizdeki gibi kalıcı bir salonu, lokantası, her şeyiyle birlikte olacak. Dışarıdan gelen yazarların misafir edileceği ve dış ülkelerle yapılacak toplantılar için konuk odalarının olacağı, ayrıca burada sizinkinden ayrı olarak aynı Yazarlarevi’nde TYS’nin yanı sıra, PEN, BESAM, Sinemacılar Derneği gibi derneklerin odalarının olacağı bir mekan olsun istiyoruz.
HG- Kitap konusundaki fikrinizi aldım ama dergi için de aynı şeyi düşünüyor musunuz? Dergiler çok kan kaybetti, hiç okur bulamıyorlar. Ama dijital dergicilik çok yaygınlaştı
AÖ- Dijital dergicilik yaygınlaştı ama bence kalıcı değil dijital dergi. Kalıcı dergi yaratıcılığı daha ileriye götürür ama dijital, yaratıcılığı ileri götürmez.
HG-Şöyle ama şimdi, Adana’da 78 tane dergi var.
AÖ- Anladım, anladım ama yani derginin olması şart. Çünkü dergi edebiyatın şeyi, Cemal Süreyya hep söylerdi, dergi edebiyatın mutfağı.
ÇY- Mesela şimdi Varlık Dergisi dağıtımını durdurdu Sadece sipariş verirseniz, size masaüstünden çıktı alıp gönderiyor. Adana’da kitapçılarda satılmıyor. Adana’da benim bildiğim, ciddi bir tirajı vardı Varlık Dergisinin. Şimdi göndermiyor kitapçılara. Ben Kitap Yurdu’ndan sipariş vererek ediniyorum. Dergide böyle ama bu masa üstü yayıncılık uygulamasını kitapta da yapıyor yayıncılar.
AÖ- Anladım reklamın yapıyorlar kapağıyla içindeki şeylerle ondan sonra baskı yok, masraf yok, masaüstünde zaten bir teknisyen var çalışıyor kapağını yapıyor grafiker, onlar da mizanpajın yapıyor. Talep geldikçe gerek yayınevine gerekse bu kitap pazarlaması yapan kuruluşlara hemen çıktısını alıp veriyorlar.
ÇY- Bizim Adana’da da Büyükşehir Belediyesi’nin karşısında bir yer var. Ora gibi yarım saat içerisinde kitap formatında, uzman olmayanın kolay kolay anlamayacağı nitelikte baskı basılmış kitabı veriyorlar.
Neyse ben uzatmayayım. Başka soru var mı efendim? Buyurun, Sayın Rektör. (ÇÜ Eski Rektörü Prof. Dr. Yalçın Kekeç -YK-)
YK-Öncelikle teşekkür ediyorum. Siz, bir tarihsiniz ve sizin görüşleriniz bizim için gerçekten çok önemli. Olumlu gördüğünüz olaylar vardır, mutlaka. Yaşamınız boyunca olumsuz gördüğünüz olaylar da vardır. Şimdi baktığım zaman geçmişinizde eczane kalfalığından, manavlıktan sendika başkanlığına, sonra bir sürü ödül alan aşama içinde bulunmuşsunuz. Bu çok güzel bir şey. Sizi tebrik ediyorum. Keşke biz de öyle olabilsek.
Fakat bizimki Ortadoğu kültürü. Bizim sorgulama kültürümüzde bir farklılık var. Önce taraf olmaya karar veririz birini sevip veya sevmemeye. Sonra sevmiyorsak kalemimiz değişir. Seviyorsak başka türlü yazarız. Çünkü bu Ortadoğu kültüründe ölçme ve değerlendirmeler çok yeterli gitmez. Siz de kurduğunuz yerleri bir sürü insanlara emanet ettiniz. Öncelikle şunu belirtmek isterim yanlış anlaşılmasın diye; ben Cumhuriyet gazetesiyle büyüyen biriyim. Babam köy usülü Oktay Akbal’ın, İlhan Selçuk’un, Yüzbaşı Selahattin’in romanlarını okurdu. Ben de okudum, büyüdüm. Bu ara gördüğüm o ki 1970-80 arası en civcivli dönemde öğrenci kesiminde herkes kendi doğrusundaydı. Bunu şunun için söylüyorum; benim oda arkadaşım bir kesimde -isim vermeyim- Türkiye’ye şamil olmuş birisiydi, rahmetli oldu. İyi bir çocuktu ama bulaştığı olaylar iyi değildi. Öbür arkadaşım HDP veya DEM tarafındandaydı. Şimdi kırmızı bültenle aranıyor. Bu öğrencilerle, insanlarla o kadar çok oynandı ki, geriye baktığımız zaman artık özdeğerlendirmemiz düzgün. Yıllarca güya gerillaların kurduğu örgütü Sovyetlerin desteklediğini bilirdik. Yani yine bu bağlamda bir şey söylemek istiyorum, bizim dönemlerde sosyalizm emeğe göre pay der, komünizm ihtiyaca göre pay derdi ama ne Türkiye’de sosyalizm oldu, ne de Sovyetlere komünizm geldi. Ama hani dediniz ya, bu yasaklı kitaplar döneminde diye anlatılırdı. Biz yurttayken polis bir kitap bulmuş, öğrenci komünizm suçlaması üzerine ya memur bey bu antikomünizm demiş. Polis de, biz komünizmin her çeşidine karşıyız, diye karşılık vermiş.
AÖ- “Anti”sine de karşı.
YK-Benim size soracağım nokta şu; Türkiye’de algı yaratılırken isterseniz evliya olun, eğer sizin başkanlığınızdan sonra sizinle çok paralel olmayan bazı insanlar o gücü ele geçirirse, yani o bölgeyi ele geçirirse bir önceki başkan ortalarda kolay kolay dolaşamaz. Çok kolay değildir durması ve yürümesi. Bu tecrübe ışığında 12 Eylül’de şimdi Türkiye’de darbeci değilim yanlış anlaşılmasın, çok sınırını aşan şeyler yaptım ama bir arkadaşım der ki “Atatürk laikliği, niçin Türk Silahlı Kuvvetlerine emanet etmiş? Bunu hep eleştirirdim. Bugün onun değerini anlıyorum” der. Onun cümlesi 35 madde. Sıkıyönetim döneminde Evren’in bir damadı vardı. Herkes el sıkışmak için uğraşırdı ve el sıkıştıktan sonra neredeyse bir ay elini yıkamazdı. Tanışmak için bahane ararlardı. Şimdi tabii 12 Eylül’ün gelişi, yaptıkları, sonuçları ayrı ayrı kategorilerde bazen tartışılabilir ama gördüğüm nokta şu: yüzde 8’lik oran Türkiye’de yüzde 92’lik oran, bugün yaratılan algı ya da doğrular her ne derseniz deyin, yüzde 8’in içine sığmak için çaba gösteriyor. Babam bile dedi ki oğlum bıktım, her gün televizyonu seyretmeye, Hacettepe’de bir şey oldu mu bugün diye diye. Benim kişisel görüşüm, bu toplum can güvenliğini, demokrasiye tercih etti. Asker gelince, demokrasi olmaz yani askere falan benim size sorduğum şu: Basının içinden ve TYS’nin kurucusu olarak darbe sonrası olumlu ya da olumsuz değerlendirmeleriniz neler? Yani gördüğünüz şundan da daha halen ders çıkarıyorum detirten yaşadıklarınız var mı? Çünkü sizin tarihiniz, siz çünkü işin mutfağındasınız. Onun için soruyorum. Çok teşekkür ediyorum.
AÖ- Yani ben hep darbelerin ve baskıların altında yaşadım. Yani Türkiye tarihi zaten onu yaşadı. Benim yazarlığım sırasında hep o yaşadığımız baskılara karşı çıkmak, bir şekilde karşı koymak, bazen eylemsel, bazen yazınsal olarak karşı koymak ama sürekli karşı koymak…Bu arada yazarların bir araya gelerek örgütlenmesi bir şeyler yapmaya kalkması da güzel şeylerdi. Bugün yazarlar bir araya gelmiyor, birbirleriyle. Hiçbir ilintilik durumda değiller. Bizim dönemimizde, özellikle 1960’ta Yenikapı’da buluştuğumuz bir kahve vardı. O kahvede düşünün Onat Kutlar, Adnan Özyalçıner, Hilmi Yavuz, Ülkü Tamer olduğu gibi Sennur Sezer ve başka birçok yazarın yanı sıra Müjdat Gezen, Ali Poyrazoğlu, Savaş Dinçer gibi sanatçılar da o kahveye gelirdi. Hep birlikte olurduk. O zaman öğrenci hepsi, hepimiz öğrenciyiz. O zaman, yazarı, aktörü müzikçisi, ressamı hep bir aradaydık. Bir arada düşünüyorduk, bir arada birşeylerin yasasını istiyorduk. Güzel günlerdi. O güzel günler tekrarlanmadı. Hele bugün hiç yok o güzel günler.
ÇY- Ama biz Adana’da böyle bir mekanı kurduk Çukurova Sanat Girişimi olarak, bütün sanatçı dostlarımızı burada görmekten mutlu oluyoruz onu da vurgulayalım. Efendim bize ayrılan süre burada doldu ama son soru verebiliriz sorusu olan dostumuz varsa.
HALUK UYGUR (HU)-Benim vardı ama son dakikada olmaz.
ÇY-Ne kadar süreye ihtiyaç vardı?
AÖ- Evet nedir?
HU-Yani daha çok politik yanıyla değil, sanatsal yanıyla ilgili benim de kafamın karışık olduğu için bir şey sormak istiyorum. Şimdi yapay zeka ve yapay zekanın geleceği ile ilgili bir şeyler söyleniyor. Ben bir hekimim aynı zamanda, fakat yani genel ayrımda şöyle yapılıyor: Makine insan gibi olmaz, insan başka, makine başka gibi bir ayrım yapılıyor ama bugün açıklandı insana çip takılacak. Sözde parkinsonu tedavi etmek için yapıyorlarmış bu işi. Aslında hibrit yapay zeka oluşturma çabasındalar. Maymun denemeleri bitti şu an insan denemeleri yapılıyor. Başarıldığında, tırnak içinde söylüyorum, yarın karşımıza çıkacak olan şey bir makine değil, insanın, işte belki de Hitler’in üstün insanı diye tabir edeceğimiz bir başka şey. Diyor ki ben 3 dakika içinde 6 dili birden öğrenmesini bu çip yoluyla göstereceğim diyor. Aynı zamanda savaşmasını da öğretebilir… Bu konu üzerine bastıktan sonra şöyle bir geri dönüş yapmak istiyorum; aslında sanat akımları dediğimiz şeyler sosyolojik değişimlerin sonucudur. Belki de yumurta tavuk gibi yani. Sanattaki yeni bakış açısı toplumu, toplumdaki ekonomik değişim de sanatı etkiler. Sanat tarihinin en önemli, unutulmaması gereken nokta da bu. Şu an böyle bir yerdeyiz ki bu yer artık eski tekelci kapitalizmin bittiği, onun yerine metaverse diyebileceğimiz veya verdiğimiz başka isimlerin ne olduğu önemli değil. Yeni bir dünyaya doğru açıldık ve istesek de, istemesek de mesela kitap yok olmayacak dediniz ama fotoğrafla ilgili bir tespitim var. Bundan 20 sene evvel analog fotoğraf yok olmayacak diye birçok hocamız karşı çıktı ama yok oldu. Eee, yani şu an her şey sanal duvarda. Duvara astığımız bir şey yok fotoğrafta. Dolayısıyla böyle bir gelişme var yani. İki yerden kafam karıştı. Onu söyledim bir, hani “Asla makine insan beyninin korelasyonunu sağlayamaz” cümlesi ama karşımızdaki makine değil, hibrit bir varlık. İkincisi ise teknolojinin değişimi, sosyolojik ortamın değişiminin sanattaki estetik anlayışını değiştirmesi, yani mesela zannederim Çetin ağabeyin büyük roman dediği şey, derin felsefik düşünceleri içeren, tartışılması gereken şeyleri kastediyor ama şu gelen teknoloji gençlerde daha yüzeysel düşünmeyi getiriyor. Dolayısıyla bu yüzeysel düşünmede zevk aldığı, haz aldığı şeylerin yüzeysel olması dolayısıyla da sanatın böyle şekillenmesini biçimlendiriyor. Yüzeysel olması da aslında gelişen teknolojinin sonucu. Niçin? Senin İngilizce öğrenmek için yıllarca oturup çalışmana gerek yok. Tak bu çipi ben sana, tık, veririm. Gelecekte bu olacaksa eğer, estetik de değişecek, kitap da değişecek, fotograf da değişecek, resim değişecek. Belki duvarımıza asmayacağız. Boğaziçi’ndeki bir evde oturacağız işte bunun çözümü nedir? Bunun karşısında insan olarak biz ne yapabiliriz? Yani buna razı mı olacağız, bunun esiri mi olacağız? Çip takıp bu çipi kontrol eden adamın kölesi mi olacağız, yoksa biz insan olarak kalabilmek için başka bir şey mi yapmamız lazım? Bu benim çözemediğim soru bu. Anlıyorum ki sizin de kafanızı karıştıran şey bu. Ama şunu bilesiniz karşınızdaki alternatif makine değil, insan. Başka bir insan karşınızdaki. Teşekkür ederim.
AÖ- Vallahi bu söylediğiniz tabii ki yani çözümü bugün değil daha sonra belki olabilecek bir şey ama ben insanın, insan olarak direnmesi gerekir diye düşünüyorum. İnsan, insan olarak direnecek ve direnmeli! Bugüne kadar yaptığı gibi insan olarak direnmeden başka çare yoktur. Barışı da getirecek olan, savaşı da bitirecek olan insanın insan olarak direnmesi. Yoksa ne savaşı önleyebiliriz ne de başka bir şeyi.
ÇY- Tabii şimdi sevgili Haluk’un söylediği metamodernizm diye bir şey uydurdular. Biliyorsunuz o da henüz tutmadı. Yani adı bile yok ama sanal gerçeklik denilen şeyi insanlık tam anlamadan şimdi paralel evren dedikleri pazar amaçlı bir şey kuruyorlar. İnsanlar orada kendilerine avatar denilen bir kimlik alacaklar, biliyorsunuz. O kimliklerle yaşayacaksınız o dünyada.
Rahmetli İlhan Selçuk, ilk Virtual Reality denilen aygıt çıktığı zaman, işte efendim Amerika’daki sevgilinizle ekrandan yüzyüze konuşuyorsunuz falan deyince İlhan Ağabey, “Eee?” dedi. İşte sevgilin karşındaki ekranda. Sen de sevgiliyim ekranındasın orada. İkinizde masanıza aynı mönüyü koymuşsunuz. Güzeel, oturdunuz aynı şeyleri yediniz. “Eee?” dedi sonra yine. Bu kez o kadar anlamlı bir “Eee”ydi ki, alay ederek sonra? Yani, aynı yatağa girmiyorsan bunun aşk neresine düşüyor gibi bir şeyi ima etti.
Şimdi bu metamodernizm, Türkiye’de bana göre postmodernizmden daha beter bir zorlama olayıdır. Türkiye’de daha postmodern sanat bile oturmadı, dün akşam biraz Oğuz Atay’ı konuştuk Adnan Ağabeyle. Burada sorayım; Oğuz Atay’ın romanını modernizme mi koyarsınız, postmodernizme mi koyarsınız?
AÖ- Vallahi postmodernizme de koysan olmuyor modernizme de koysan olmuyor. Çünkü bence reklamsal olarak ortaya konmuş bir roman.
HU-Çetin ağabey, biraz kavram karışıklığı da var. Şimdi metaverse dünyayla postmodern yaşam aslında metaverse dünyaya sunulan bir alternatif. Yani metaverse dünya sizin bugün tarif ettiğiniz şey, ama metamodern dünya, modern dünyayla sanal dünya arasında o sanal dünyanın geleceğini hiç yatsımadan, yani gelecek o teknoloji, onu yatsıtmadan, biz insan olarak ne yapabiliriz? Metamodern bakış açıları bunu sorguluyorlar, yani ona teslim olmayı değil. Bu gelen dünyada bizim ne yapabildiğimizi sorgulayan insanlar kendisine metamodern diyor.
ÇY- Şimdi konu çok güzel. Tabii sen de haklıydın. Bunu bir başka oturumda yapmak gerekiyor ama şu var; teknolojik gelişmeler engellenemeyecek. Gelirse gelişimi için hepimiz bir şeyler yapacağız ama insanın, evrimini tamamladığı zaman artık bu dünyada olmaması gerekir. Sözünü ettiğiniz insan tipi yani Elon Musk’ın beynimize koyacağı çip ile oluşan şey, göğsüne silikon taktıran kadından ya da gözüne mercek taktıran insandan bir başka şey değildir. O insanınkinden farklı bir şey olmayacak. Yani, bir tür transhuman olacak. Bütün bunlar insanı, insan kimliğini tümüyle kökten değiştirecek bir yapı değil. Eğer hala yani o takılan çipin içerisinde beyninizdeki nöron ve snapslarla o çipler birlikte çalışacaksa nereye kadar çalışacak o zaman düşünmek gerekir. O zaman insan kimliği başka bir şeye evrilir. Ha şimdi bunlar tabii ki öngörebileceğimiz şeyler değil ama bunları konuşuyor olmamız bile bu dünyada geldiğimiz noktayı daha çok sorgulamamızı gerektirir. Evet, şöyle bitirelim isterseniz; az önce sözünü ettiğiniz sanat akımlarını genellikle sanatçılar yaratıyorlar. Senin de çok güzel ifade ettiğin gibi eskiden sosyolojik gelişmelere göre akımlar biçimleniyor, sanat ortaya çıkıyordu. Şimdi kelimenin tam anlamıyla küratörler, ya da sermaye gruplarının birtakım adamları tarafından yeni akımlar üretiliyor. İşte fark burada. Biz, insanın yaratacağı, sanatçıların yaratacağı akımların ardında olursak insanlık daha gelişir diye düşünüyorum.
AÖ- Doğrudur, doğrudur. Doğrudur, evet.